Necip Fazıl Kısakürek - O Ve Ben

Hayatını, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’ni “Tanıyıncaya Kadar” ve “Tanıdıktan Sonra” diye iki ana bölüme ayıran Necip Fazıl, Efendisine doğru kendisini cezbeden hâdiseleri de mânâlandırdığı otobiyografik eseri “O Ve Ben”i 1975′de şöyle takdim etmiştir:
“Bu eser, dünyaya gelişimden bugüne kadar en hususî renkleri, çizgileri ve sesleriyle hayatımın hikâyesi ve asıl O’nu tanıdıktan sonra mânasını anlamaya başladığım vücut hikmetinin bende tecelli eden yakıcı ifadesidir.
Bu bakımdan, kendilerini görünceye kadar malik olabildiğim birbuçuk esere nisbetle bugün 60 cildi aşan ve hepsini birden o nura borçlu bildiğim eserler arasında, şimdikini, baş köşeye oturtulması lâzım ve en mahrem iç ve dış iklimlere doğru bir belirtiş olarak takdim ederim.”


Kitap, 1965 senesinde “Büyük Kapı” ismiyle yayınlanmıştır.
KONAK
Çemberlitaş’ta, Sultanahmet’e doğru inen sokaklardan birinde, kocaman bir konakta doğmuşum…
Harem ve selâmlık halinde iki kapılı, dört katlı ve bilmem kaç odalı bu konak, içinde, yakıcı hâtıraların kaynaştığı tütsü çanağıdır. Renk renk, şekil şekil, fısıltı fısıltı hâtıralar… Bazen de çığlık çığlık…
Çocuk denecek kadar gençken yazdığım «Bir Yalnızlık Gecesinin Vehimleri» isimli hikâyemdeki mekân, işte bu konak…
Selâmlık kapısının önünde, bodrum katının üstünde, birkaç merdivenle çıkılan, köşeleme mermer bir sahanlık ve yanında küçücük bir bahçe… Mermer sahanlığa, üst katın çıkıntısından iki sütun iniyor. Ve giriş kapısı…
Asıl bahçe, büyük bahçe, konağın arkasında… Bahçenin iki ucunda, uşak odası ve çamaşırhane, iki ayrı binacık… Ortada, yakın bir bildik gibi suratının bütün çizgileriyle tanıdığım bir dut ağacı. Bahçenin konak tarafında, dikine batırılmış çakıl taşlarından daracık bir yol.
Bahçeye, komşu konakların arka cepheleri bakıyor. Şu esvapçıbaşının, şu bilmem kimin evi…
Konağın içi müthiş girift. Kocaman salon… Sofalar üzerinde, büyüklü küçüklü odalar; ve odalardan geçtikçe oradan ve buradan sağa sola kıvrılan dehlizler, geçitler, aralıklar, merdivenler, bölümler… Her taraf loş, her köşede her ân akşam havası… Rutubet kokuyor her taraf…
Konağın birinci katında taş zeminli büyük yemek odası. Ayrıca resmî ziyaretlere mahsus odalar… İkinci katında teklifsiz misafirlere ait büyük salon  sofa. Buradan geçilen ve arka bahçeye bakan şatafatlı salon; ve oraya karanlık bir koridorla bağlı, büyükbabamın kitap odası. Sonra, üçüncü kattaki yatak odamız… Bu odanın yaldızlı çıtalarla çerçeveli siyah kadife kaplı tavanı, onun karşısında ve sokak üstünde, büyükbabamla cici annemin (babaannemin) büyük, çok büyük yatak odaları… Derken dördüncü kat ve tahtapoşlar… Yedikule’den gelen trenlere bakan ve insana baş dönmelerinin en tatlısını veren tahtapoşlar… Bunlar, hatıralarımın bucak bucak kan lekelerini taşır.
BÜYÜKBABAM
Büyükbabamı görüyorum; aşağı kattaki yemek salonunda, büyük sofranın başında… Etrafında haremi, kızları, gelini ve torunları… Solunda ve yanı başında ben varım… Hava soğuksa muhakkak onun kürküne bürülüyüm…
Beş  altı yaşındayım…
Büyükbabam her ân bana bitişik yaşar.
O sofraya gelen sıcak yemeklerden hiç hoşlanmaz. İşte cici annemi ve hizmetçileri haşlıyor. Herkes başı Önünde, susuyor; bir benim başım dik… İstersem avaz avaz haykırabilirim, büyükbabamı da susturabilirim. Bana izin sonsuz… Büyüklerin, çocuklar yedikten sonra sofraya oturduğu zamanlarda da ben, hem küçüklerin hem büyüklerin masasında hep baş köşedeyim…
Büyükbabam İstanbul Cinayet Mahkemesi ve İstinaf Reisliğinden emekli, Maraşlı Kısakürekzâde Hilmi Efendi… Abdülhamid’e atılan bomba hâdisesinin tarihî muhakemesini büyükbabam yapmış… O devrin parasıyle, emekli aylığı olarak 80 altın alıyor.
Parası, bir adliye mutemedi tarafından her ay konağa getirilir. Memura kapıyı açan uşak daima beni çağırır, ben de şıngır şıngır para torbasını kaptığım gibi büyükbabama götürürüm. Öbür torunlar da arkamda… Büyükbabam torbadan bir altın çıkarıp bana verir. Öbürlerine gümüş kuruşlardan ve nihayet çeyreklerden başka bîr şey düşmez.
Ayda beş altına kalabalık ailelerin geçindiği o günlerde, 80 altının ve ayrıca birçok mülk ve akardan gelen iratların döndürdüğü konağı hayâl etmeli…
Aşçı ve yamakları, birçok uşak, dadı, kadın hizmetçi, zenci köle, arabacı; ve birer fayton ve kupa arabasiyle Şahin ve Mazlum isimli kestane dorusu iki pırıl pırıl at.
MATMAZEL
Bir de, matmazel aşağı, matmazel yukarı… Tatlısu Frenk’i, altmışlık bir kokona… Hem de bakire… Babamın Fransızca öğretmeni, benim de mürebbiyem güya.,. Altmışına kadar (Misel Zevako) tipi kahraman şövalyesinin atla gelip kendisini kaçıracağı günü bekleyen romantik kokona…
RUH
Anlaşılıyor ki, konağın ruhu büyükbabam; ben de onun ruhuyum… Çünkü biricik oğlunun biricik oğluyum… Babadan oğula, içinde yaşattığı soy ideâlinin onca en mükemmel numûnesiyim.
Sağ kolumu açar ve orada gördüğü ben’i babasındakine benzetir ve öper; elimin parmaklarını kendi el ayalarına yerleştirir ve mafsal yerlerindeki kırışıkları tıpkı babasındakilere eş bularak öper. Öper.
Babasının ismi Ahmet Necip… Bana o ismi vermiş.
Zekâma gelince; bu noktadan mesuttur. Her vesileyle haykırır;
Gel benim akl ı evvel (akılda birinci) torunum! Sonra tercihindeki hakikati göstermek için torunlarını önüne dizer, herhangi bir Divan’dan bir beyit okur, kimse onu tekrarlayamaz ve ben bülbül gibi başta ve sonda tekrar edince de;
Gördünüz mü, der; nasıl sevmeyeyim akl ı evvel torunumu?
Ve bana altın. Öbürlerine çil kuruşlar…
Misafirlerine de her defa tiyatro perdesi gibi, benim zekâ sahnemi açmaktan daha büyük haz tanımaz…
Misafirler gittikten sonra, tütsüler üstünden atlatılırdım!.. Hâlâ kokuları burnumda..,
CİCİ ANNE
Torunlarının «Cici Anne!» diye hitap ettiği büyük annem, büyükbabamın zevcesi Zafer Hanım, şanlı bir İstanbul hanımefendisi… Eski Halep Valisi, Hariciye Müsteşarı, Zaptiye Nazırı Salim Paşa’nın kızı…
Salim Paşa Halep Valisi iken, kendisine bağlı bir mutasarrıflık olan Maraş’a gelmiş, Kısakürek oğullarının konağına inmiş; o zaman toy bir delikanlı olan büyükbabamı görmüş, zekâsına hayran olmuş, yanına almış, İstanbul’a gitmiş, tahsil ve terbiyesiyle uğraşmış, sonunda da kendisine damat etmiş…
Eğer bu satırların çerçevelediği şeyler, Efendime açılan yolumun ve bu yol başındaki ruhî anlarımın kalın hatlarla karalanmış, sadece malzemelik, basit dekorlarından ibaret olmasaydı; eğer bu dekorların bahane tiplerine ayrıca değer vermem icap etseydi; Zafer Hanımefendiye, uzun, çok uzun bahisler ayırmam, onu tek başına bir mevzu diye ele almam gerekirdi.
Kadın saçlarının topuklara kadar indiği o devirde bile, bugünün kesik saçlarına eş; kırpık saçlı başı ve daima sultanî edâsiyle cici annem, bütün İstanbul’da dillere destan elmasları, ziyafetleri, armonikli piyanosu ve çoğu Garp dillerinden tercüme sepet sepet romanları ve karmakarışık bir dekor içinde, Abdülhamid devrinden Meşrutiyet sonrasına aktarılan, Şark ve Garp bulamacı, Tanzimat artığı, mihrakından oynatılmış ve yeni mihraka oturtulamamış hafakanlı İstanbul hanımefendisinin en tipik bir örneğidir. Cemiyetin ruhî dayanağındaki, o zamanlar alıp yürüyen şaşkınlık ve muvazenesizlik, onun mizaç aynasından ne canlı akisler püskürtüyordu…
Her şeyden önce, müthiş bir sinir, vehim kumkuması…
Denizden korkar, vapura binemez; Sarıyer’deki köşküne, karadan Şahin ve Mazlum’un çektiği kupa arabasiyle gider.
Ölümden öyle ürker ki, geceleri yatağına dümdüz uzanmayı bile yarı ölüm sayar ve başının altına dört beş yastık koyar. Sanki oturduğu yerde ölüm onu bastıramaz ve omuzlarını yere getiremez.
Vehme bakın ki siz, konağın üçüncü katındaki yatak odasında, yangına karşı başka çare kalmazsa pencereden inmek üzere bir ip merdiven bulundurur. Halbuki o da yaşça altmışı geçkindir, hayli şişmandır, sargılar altında boru gibi duran bacaklariyle, ip merdivenden değil, konağın şahane merdivenlerinden bile rahat rahat inip çıkmak iktidarında değildir.
Çocuk sevmez, şefkatten pek anlamaz, evin manevî havasını mayalandırın derinliğine bir iç hüviyet belirtmez; ya ilâç şişeleriyle dolu maun dolabına abanık, yahut görülmemiş israfların ve günübirlik meselelerin siniri içinde, çırpınır, durur. Ve hep, dışına biraz fazla sızan nefsâniyet haliyle göze çarpar.
Çocuklar yemesin diye arka salonun püsküllü kanepeleri altına sakladığı tatlıları bir hücumda yok etmek ve ip merdivenini pencerelerden sarkıtmak en büyük zevkimizdi.
Fakat o daima asîl ve zarif…
ÖBÜRLERİ
Evet, büyükbabam ve cici annem…
Konakta büyükbabam, bütün özeniş ve değişmelere rağmen, saffeti) ve Anadolu’lu kalma seciyesinden; cici annem de, kâbus çalılarının Ördüğü büyük şehir kadınında, kararmış bir iç hayatın dışına fışkırttığı bunalma halinden birer mostra…
Annesinin, cici annemin bir kopyası olan, Tevfık Fikret düşkünü küçük halam ve beş çocuğu… Daha ziyade babasına, büyükbabama çekmiş, içli ve ağır başlı büyük halam ve iki çocuğu… Elti mi yedi çocuk?
Ya ben?.. Evin veliahdı, baş gözdesi, erkek oğlun erkek oğlu…
Ve benden bir  iki yaş ufak ve hep boynu bükük kız kardeşim Selma… Kız olduğu için itibarda değildir; ve konağın, sadece ezilmeye memur gelini annemden başka kimseden himaye görmemektedir. Öbür torunlar, ev sahibi büyük babalarından himaye görmeseler de. Zafer Hanımefendinin kızları annelerinden gelen bir şımarıklık imkânı içindedirler. Fakat Selmacık ne büyükbabasından alâka görür, ne cici annesinden, ne de zaten hiç bir kimseyle hiç bir alâkası olmayan babasından, babamdan… O, evi dolduran dokuz çocuk içinde ağabeyi, ben, büyük küçük herkesin ensesinde boza pişirirken, minicik siyah önlüğüyle bir duvara yapışmış mahzun mahzun bakan ve önünden geçenleri rahatsız etmekten âdeta çekinen bir gölgeciktir. Altı yaşında ölen Selma. bebekliğinden beri, daima duvarlara yapışmış ve ortalarda şuna buna engel olmaktan ürkmüş, beyazı damar damar görünen elâ gözleriyle hep öleceği günü bekledi.
Selma bende, çocukluğumun en derin ukdelerinden biri…
Annemle babam mı?
Onları da birkaç satıra sığdırmaya mecburum.
Annem, uzaklardan, uzaklardan, Akdeniz kıyılarından İstanbul’a hicret etmiş bir ailenin kızı. Babamla evlendiği zaman on dört – on beş yaşlarında… Babam da on altı – on yedi…
Annemin , birkaç odalı eciç bücüç  bir ahşap evde otura dursun…
Çocukluğunda, büyükbabamın biricik oğlu sıfatiyle hayâle sığmaz haşarılıkların kahramanı ve «Deli Fazıl!» lâkaplı babam saldırganlığını o hâle getirmiş ki, nihayet aile dostları içinde hikmet sahipleri:
Kanı bir yanardağ gibi kaynayan bu çocuğu kurtarmak için, demişler, hemen tezinden, bu küçük yaşta evlendirmekten başka çare yok!..
Ve başlamışlar kendilerine denk ailelerden kız istemeye.
Denk ailelerden hiç biri bu garip çocuğa kızını vermemiş…
Annem gibi, aynı Akdeniz memleketinden olan cici annem bir yakını ve memleketlisi tarafından Aksaray’daki eciç  bücüç evin ondört  onbeşlik bakiresini haber almış…
Aksaray’daki fakir evin önünde bir gün mükellef bir konak arabası duruyor. Kızı kaptıkları gibi konağa götürüyorlar.
Burnunun ucuna kadar kapalı, bütün ömrünce Allah’ı, Resulünü ve emirlerini anıp ağlamaktan başka işi olmayan ve dört yanı hep ahret kardeşleriyle çevrili yaşayan dul ve ümmî anneannem. (İkinci Dünya Harbine kadar yaşadı) kayıtsız ve şartsız teslimiyet örneği derin ve fedakâr Müslüman Türk annesi timsâli mübarek kadın, bu garip izdivaca razı oluyor. Öyle ya, kızım isteyen büyük bir aile…
Uğultu girdabı konakta, on dört – on beşlik masum ve iptidaî, o da annesi gibi ümmî bakirenin hâli?…

Yorumlar