Eduardo Galeano: “Gönlün haritasında sınır yoktur.”

Canan ve benim ortak bir noktamız var. Her ikimiz de farklı zamanlarda Türkiye’deki medyanın hal-i pürmelalinden, kısır tartışmalardan, sistemin baskısından yılıp cebimize bir miktar para koyarak bavulumuzu topladık. Önce Buenos Aires’e gidecek, orada biraz İspanyolca öğrendikten sonra Latin Amerika’yı gezecektik. (Bu dönemde birbirimizi tanımıyorduk.) Türkiye’yi, İstanbul’u, evimizi ve işimizi terk etme kararı aldığımızda, dostlarımız bizi “kaybedeceklerimiz” konusunda uyardı!
Ama içimizde nasıl bir gitme isteği varsa, ikimiz de kulak asmadık.
Ve birkaç yıl arayla bu dünyaya ve düzene dair kalan umudumuza, direnişlerin güney kutbuna doğru yola çıktık. Bavulumuzda giysiler, sözlük, hediyeliklerin yanı sıra Eduardo Galeano’nun birer kitabı vardı. Kim bilir belki ikimiz de Galeano’nun yalnız çıktığımız bu yolculukta bize yarenlik edeceğini düşünmüştük. Ne de olsa Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nı onun kitaplarından öğrenmiştik; Ateş AnılarıTepetaklak, Kucaklaşmanın KitabıAynalar ile bize binlerce mil uzaktan bambaşka bir dünyayı anlatmıştı. Gölgede ve Güneşte Futbol’un sıkı birer Beşiktaş taraftarı olan Canan ile benim başucu kitabımız olduğunu da eklemeliyim.

Canan ile Buenos Aires’te arkadaş olduk. Eduardo Galeano ile söyleşi fikri Canan’ın yazara attığı e-postaya olumlu yanıt almasıyla gerçek oldu. Ama bir ricamız vardı… Galeano’dan, İstanbul’dan gelen iki gazeteciye, Montevideo’da iki gün ayırmasını rica ettik. Evinde, en sevdiği kafede, Uruguay’ın 1930 yılında ilk dünya kupasını kazandığı Estadio Centanario Stadı’nda ve Montevideo sokaklarında söyleştik. Eduardo Galeono, bu iki günde mütevazılığı, olgunluğu, birikimi ve samimiyetiyle bizi hiç şaşırtmadı. Kitaplarındaki gibi bir Galeano vardı karşımızda. Yürürken yanında taşıdığı küçücük defterlere küçük küçük notlar tutan ve o notlardan kocaman kitaplar yazan, büyük bir yazar…
Montevideo sahilinde yaptığımız yürüyüşte , “Ben yürürken sözcükler de içimde yürür,” dediğinde biz de Türkçeden bir örnek verdik. “Caminar”ın Türkçe karşılığının “yürümek” olduğunu, “corazon”a ise “yürek” dediğimizi ve kimi etimologların yürümenin yürekten geldiğini iddia ettiğini söyledik. Hemen küçük defterini çıkardı ve her iki sözcüğü de not aldı. Kim bilir bu iki sözcük bir gün yürür ve bir Galeano kitabında yeniden karşımıza çıkar.
Yaptığımız bu söyleşinin edebiyatla ilgili bölümünü Notos ile paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz.  – B. A.
Ben yürürken sözcükler de içimde yürüyor…
Yıllarca Uruguay dışında yaşadınız. Sizi Montevideo’ya geri döndüren ne oldu?
Ben bu şehirde doğdum ama aynı zamanda bu şehri yaşamak için seçtim. Çünkü kimseye sormazlar nerede doğmak istediğini, annesi neredeyse orada doğar. Böyle bir şehirde doğduğum ve sonrasında yaşamak için seçtiğim için şanslıyım. Burada yaşamayı seçtim, çünkü bugünkü dünyada yürüme ve nefes alma şansına sahip olabileceğim çok fazla şehir yok. Ve ben yürümeyi çok seviyorum. Her gün bu Montevideo’nun ıslak kıyılarında uzun yürüyüşler yapıyorum. Üstelik nefes almayı da çok severim; bu da hayatta kalmak için oldukça gerekli bir şey. Büyük, modern şehirlerde otomobillerin diktatörlüğünde dayatılan yaşam tarzı hoşuma gitmiyor. Tavuklar uçmayı unuttu. Kanatları var ama uçmayı bilmiyorlar. Biz insanlar da yürümeyi unutuyoruz. Bacaklarımız var ama her seferinde onları daha az kullanıyoruz. Gerçekte bacaktan daha çok tekerleklerimiz var. Tamamen motorize olmuş durumdayız. Dalga seslerinin duvarlarına çarptığı Montevideo kıyılarında her gün yürüyerek, kaybolan yürüme keyfini yeniden hayata döndürmeye çalışıyorum. Üstelik ben yürürken sözcükler de içimde yürüyor. Yani ben yürürken yazıyorum, hikâyeler ben yürüdükçe içimde yürüyen sözcüklerle büyüyor.
“Caminar”ın Türkçe karşılığı “yürümek”tir. “Corazon” da yürektir. Kimi etimologlarsa “yürümenin yürekten geldiğini” söyler.
Aa, hiç duymamıştım.
Yürek, yürümek ve yazmak; bunların arasında nasıl bir bağ var sizce?
Ben hayata benzeyen bir dille yazmak istiyorum. Yani his düşünce, aynı zamanda hem düşünenebilmek hem de hissedebilmek, kalbin ve mantığın birleştiği yerde hislerin ve düşüncelerin dünyasında. Zannediyorum ki bu dünyalarda sözcükler yürüyerek birleşir. En azından ben öyle hissediyorum. Sözcüklerle yürüyorum, sonra yazıyorum. Bir şekilde bu sözcükler bana doğru yürüyorlar. Ben doğduğum şehrin kıyılarında yürüyorum, şehir de bana yürüyor, benim içimde yürüyor. Bu yüzden her zaman şunu söylüyorum, kitaplar beni yazıyor, ben onlar için yazıyorum. İçimdeki kapının çalınma vaktine kadar yavaş yavaş, uysalca büyüyorlar. Dudaklarımın kapısını çalıyorlar, ellerimin kapısını çalıyorlar. Tık tık tık, dışarı çıkmak istiyorlar, daha fazla şeye ulaşmak istiyorlar.
Nasıl yazmaya başladınız?
Ben elinden hiçbir şey gelmeyen beceriksizin biriyim. Bu yüzden doğduğumdan beri hep şunu yapayım bunu yapayım diye çabaladım. İlk önce futbolcu olmak istedim ama bacaklarım istemedi. Sonra din adamı olmak istedim ama günahkâr beynim yüzünden onu da olamadım. Sonrasında ressam olmak istedim, çizdiğim… Duvarda gördüğünüz dedemin portresi gibi çizimlerle bir dönem oyalandım. Ama her zaman söylemek istediklerimle söylediklerim, yani arzular ve gerçekler arasında büyük bir uçurum olduğunu hissediyordum. Bu yüzden çok zorla da olsa yazmaya başladım. Benim için yazmak çok meşakkatliydi. Şimdi yazmaktan keyif almama rağmen hâlâ benim için meşakkatli bir iş ve beni zorlamaya devam ediyor. Ama ilk yazma deneyimlerim bana pek keyif vermiyordu. Onun yerine hızlı gazetecilik yapmak daha çok hoşuma gidiyordu. Gazeteciliğe on dört yaşımda karikatürist olarak başladım. Daha sonra ilk makalelerimi yazmaya başladım. Ancak hiçbir zaman ciddi konular üstüne yazmıyordum, ayrıca hoşuma da gitmiyordu. Daha çok bir gazeteci gibi haber peşinde koşmayı seviyordum. Çok çok sonraları yazma keyfini hissetmeye başladım. Bu, hiçbir zaman beyaz bir sayfanın başına oturunca duyduğum paniği yatıştırdım anlamına gelmiyor tabii. Yazarken aynı paniği hâlâ hissediyorum. Bazen yazma isteği beni korkutuyor. Söylemek istediklerimi layık oldukları gibi anlatamayacağımdan korkuyorum. Çünkü gerçeklik ellerimden daha verimlidir. Benden çok daha fazla şey bilir. Bu yüzden çoğu sefer yazmak beni ürkütür. Ama korkuyu yendikten sonra aldığım keyif olağanüstüdür. Bir konu üstünde çalışırken fazla sözcükleri silmek, firari sözcükleri aramaya çıkmaksa uçsuz bucaksız bir keyiftir. Bazen yazdıklarımın söylemek istediklerime yeterince benzediğine inanma şansı yakalıyorum. Bu bana çok keyif veriyor. O zaman bana az çok iyi gelenleri yayımlıyorum. Üstelik tek yapmayı bildiğim şey de bu, yani yazmak. Bunun dışında hiçbir şey yapmayı bilmiyorum. Araba kullanamam, patlak bir ampulü değiştiremem, bozuk fişi onaramam, tamamen beceriksiz bir adamım.
Bir söyleşinizde yazmaya oturmadan önce parmaklarınızın kaşınmasını beklediğinizi söylemişsiniz. Tıpkı daha önce tanıştığınız bir davulcu gibi… Kimdi o davulcu?
Evet doğru. Üstünden çok zaman geçti, Küba’daydım. Bir ay kadar Haiti’nin mavi dağlarının göründüğü adanın doğu tarafında kaldım. O sıralar devrim bulunduğum yere daha ulaşmamıştı. Terk edilmiş ama aynı zamanda büyülü bir bölgeydi. Küba’nın en arka bölgelerindeydi ama büyülüydü. Cangılın derinliklerinde kaybolmuş köylerin birinde bir davul sesi duydum. O bunu bilmiyordu ama çok büyük siyahi bir müzisyendi davulu çalan. Konuşur gibi davul çalıyordu. Onun konuşma şekli öyleydi. Dediğim gibi kendisi bilmemesine rağmen çok büyük sanatçıydı. Gecenin çok geç bir saatiydi, adamakıllı da içmiştik, bu yüzden nasıl bu kadar müthiş çalabildiğini sorma cesareti gösterdim. Davuldan çıkan sesler başka bir dünyadan geliyor gibiydi. Benim bu durumla bu kadar ilgili olmama çok şaşırdı. Çünkü onun için konuşmak kadar normaldi davul çalmak. Ama gene de bana, “Bir şey var, bir şey var, çünkü ben her zaman çalmıyorum. Yalnızca bazen avucum kaşındığında çalıyorum,” dedi. O siyahi ihtiyarın bana verdiği dersi çok iyi öğrendim ve hiçbir zaman unutmadım. Yalnızca avucum kaşındığı zaman yazıyorum. Deneyimlerim bana şunu gösterdi; beynim bunu yazmak gerekir dediğinde, ellerime emir verdiğim zaman ellerim bana itaat ediyor ama gönülsüzce; çıkan sonuç hiçbir zaman inandırıcı olmuyor. Ellerim yalnızca kendi canı istediği zaman coşku ve heyecanla yazıyor, verilen emir üstüne değil. O ihtiyar siyahi gibi ben de ellerim kaşınınca yazıyorum.
Bir zamanlar yazmaktan nefret ettiğiniz doğru mu?
Hayır. Nefret etmek… hayır. Yalnızca bazen kendime soruyorum, gerçekten yazmak istediğimi mi yazıyorum yoksa bazı gelişmelerin getirdiği aciliyet mi beni yazmaya zorluyor. Üstelik bazen gerçekten inandığım fikirler için bunun yapılması gerekir; bana dehşet veren olayları kınamak gerekir, bunun için harekete geçmek gerekir diye de yazmak zorunda hissediyorum kendimi. Ama içimdekiler bir şeye benzediği zaman onları yazma gereği duyuyorum. Yani ellerim yazmak istediği zaman, yazacaklarım beynimde olgunlaşmış oluyor. Bunun müzikle de ilgisi var. Belki de bu yüzden o ihtiyar davulcunun verdiği ders aklımda kaldı. Çünkü ben yazı yazanların müzik yaptığına da inanıyorum. Sözcüklerin yalnızca bir anlamı değil, aynı zamanda sesleri de vardır. Bu sesler öteki seslerle birleşir ve bir melodi oluştururlar. Okurun kulağına ulaşan işte bu melodidir. Bununla birlikte, sözcükler bir de anlam ifade eder. Tarihi ifade ederler, idealleri ifade ederler vb. Müzik gibi birinci mevkide değer görürler. Ben çocukken öğretmenler çocukları yüksek sesle okumaya zorlardı. Bu yöntem artık kullanılmıyor, yıllar önceydi. Ama bence çok yazık. Çünkü yüksek sesle okurken öğrendiklerimden biri de tıpkı müzik dinlerken olduğu gibi edebiyattan keyif almaktır. Yani sözcüklerin de aslında bir melodi gibi çınlama isteklerini keşfetmeyi öğrenmemdir.
Peki başka bir dilde bu melodi okurun kulağına nasıl ulaşacak? Yazar onu kendi dilinde yaratabiliyor da, çevirisi yapıldığında bu kaybolmayacak mı?
Çok güzel bir soru. Gerçekten de çevirilerde sözcüklerin orijinal müziği kayboluyor, ama yazının orijinal melodisine saygı gösteren, ona sadık kalan bir çevirmen, duyduğu müzikle birlikte yeni bir müzik yaratma durumundadır. Çevirmen, çeviri yaparken bir coautor, yani yardımcı yazar görevi görür. Böylece çeviri, yaratıcı bir sanat haline dönüşür. Bu da çok yorucu bir iştir. Tüm dünyadan çevirmenlere kölelik ücretleri ödendiğinden, çeviri nadiren sanata dönüşür. Yalnızca… futbol deyimiyle söylersek, çevirmen formasıyla bütünleşince, yani çevirmen çevirdiği metinle kendini özdeşleştirince, ancak o zaman ona az ya da çok ne ödeneceğini umarsamadan o yeni müziği yaratır. Çevirmenlik gerçekten de çok zor, çok nazik ve günümüz dünyasında çok haksız bir biçimde ücretlendirilen bir iştir.
Türkiye’de çok seviliyorsunuz, sizi iyi izleyen bir okur kitlesi var. Türkiye’deki okurlar farklı mı?
Neden bilmiyorum ama kitaplarımın bazı ülkelerde öteki ülkelere göre şansı daha yaver gitti. Bazen İspanyolcadan çok farklı yapısı olan dillerde, örneğin Türkiye gibi ülkelerde söylediğim yaşandı, ki Türkçe bizim dilimizden çok çok farklı bir dil. Ama, buna rağmen kitaplarım okurlarla çok iyi bağ kurdu, insanlara ulaştı. Bu durum bana gerçekten çok büyük mutluluk veriyor. Çünkü bana göre sınır diye bir şey yoktur. Yani gönlün haritasında sınırlar yoktur. Bir insan başka ülkelerde yaşayan, başka diller konuşan, değişik kültürden bir başkasıyla kendini yurttaş (kendini aynı ülkenin vatandaşı) hissedebilir. Aynı zamanda bir kişi “Ben onlarım, onlar da ben” diye de hissedebilir. Bu yol çok daha doğal. Bu düşünce biçimi hayatta kalmaya çok yardımcı olur, çünkü bu dünya komşuna güvenme şiarı üstüne inşa edilmiştir. Dünya korku diktatörlüğünün boyunduruğunda. Komşudan gelecek tehdite karşı eğitiliyoruz. Komşun seni kaçırabilir, tecavüz edebilir, yalan söyler, işini elinden alır, eşini elinden alır, kim bilir daha nelerini elinden alır. Ötekilere dikkat et! Yanına oturan adam bir terörist olabilir. Şu gülen kadın sana bulaşıcı bir hastalık bulaştırabilir. Korku ülkesinde yaşamaya eğitilmişiz. Bu yüzden kardeş, kız kardeş, sevgili gibi sözlere çok değer veriyorum.
John Berger ile nasıl bir ilişkiniz var? Hakkınızda söyledikleriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Önce de söylediğim gibi ressam olmak istiyordum, yazar değil. Öncesinde de futbolcu olmak istiyordum. Yani Galeano değil, Lugano olmak isterdim. Ama Galeano olmaktan başka seçeneğim kalmadı. Gördüğünüz gibi evin her yeri birbirinden güzel resimlerle dolu. John’la resim tutkumuzu paylaşmak çok iyi olurdu ama benim bu konuda yeteneğim sınırlıydı, o yalnızca mükemmel bir yazar ve eleştirmen değil aynı zamanda çok iyi bir ressamdır. Onunla aramızda çok sıkı bir bağ vardır, birbirimizi çok severiz.
John Berger sizin için “dünyanın vicdanı” diyor.
Öyle mi demiş. Bana olan sevgisinden ve nezaketinden söylemiştir. Önemli olan, nasıl desem, ben dünyanın vicdanı olmak istemem. Bu tamamen John’un güzelliği. Ama elbette ki dünyanın, hayatın açıklanmasında, anlamlandırılmasında yardımcı olma yeteneğine sahip olmayı isterdim. Ne anlamda derseniz, bana göre insanlığın gökkuşağı, gökyüzünün gökkuşağından çok daha fazla renge sahip. Yani hayran olduğumuz, güneş ve yağmurun bir araya gelmesinden oluşan gökkuşağı, bizim, insancıkların dünya üstünde var olarak oluşturduğumuz gökkuşağından çok daha az güzelliğe sahiptir. Ama görünen o ki bizler bizzat kendi kendimizin körüyüz. Kendimizi görebilme yeteneğimiz yok. Çünkü insanlığın yarısını yok sayan maçizm yüzünden, ırkçılık yüzünden, militarizm yüzünden, elitizm yüzünden, bizi azaltan, yok sayan, küçülten, bir parçası olmak istediğimiz olası bütüncül güzelliğe ulaşmamızı engelleyen sakat bir bakış açımız var. Öyleyse gökkuşağının kurtarılmasının yolu bizim onu görmemizi engelleyenleri teşhir etmekten geçer. Yani kafeslerden nefret etmeden özgürlüğe sevdalanamam. Başka türlüsü ikiyüzlü, sahtekâr bir şey olurdu. Bu yüzden dünyanın güzelliklerini görmemizi engelleyenleri teşhir etmek için insanlığın kayıp anılarını (memorias perdidas - “insanlığın kayıp tarihi” de denebilir) kurtarmakta ısrar ediyorum. Kadınların kayıp anıları, tek suçu daha koyu bir renge sahip olmak olan insanların kayıp anıları, unutulmuş coğrafyaların kayıp anıları, söylemeye değer şeyleri olduğu için hatırlanmayı hak eden, unutulmuş, bugün bile terörist ilan edilerek diskalifiye edilmiş insanların kayıp anıları…
Bilmiyorum pek biliniyor mu, pek sanmıyorum ya, siyah bir adam iki yıl öncesine, yani 2008’e kadar ABD’nin terörist listesindeydi. 60 yıl boyunca ABD’nin terörist listesinde kalan bu insan, ABD’ye ancak özel izinle gidebiliyordu. Bu beyefendinin adı Nelson Mandela’ydı. Nobel Barış Ödülü sahibi Nelson Mandela, ABD’nin terörist listesindeydi. Bu yüzden ABD terörizm hakkında konuştuğunda onları asla ciddiye almıyorum. Kötü bir mizah duygusuyla yapılmış kötü bir şaka olduğunu düşünüyorum. Dördüncü sınıf bir mizah…
Aslanların tarihçilerini hatırlattı…
Ha, evet, kitaptaki cümle…
Aslanların artık nihayet kendi özel tarihçileri var mı? Siz onlardan birisi olabilir misiniz?
Önce hikâyeyi anlatayım. Yıllar önce bir 1 Mayıs günü Chicago’daydım. Tamamen tesadüftü, bir üniversiteye söyleşiye gitmiştim, 1 Mayıs gününe denk gelmişti. Herkesin bildiği gibi 1 Mayıs Chicago’da günlük 8 saat çalışma günü ve sendikalarının tanınmasını istedikleri için asılan işçilerin anısına dünya işçilerinin dayanışma ve mücadele günü olarak kutlanır. Tam da o gün Chicago’da olduğumdan ABD’li dostlarımdan, işçilerin asıldığı yere götürmelerini istedim beni. Arkadaşlarım kendilerini biraz rahatsız hissetmiş. Bana ABD’de 1 Mayıs’ın olmadığını nasıl anlatacaklarını bilememişler.
Tatil değil mi?
Hayır, hiçbir şey olmayan bir gün.
Hangi yıl oldu bu?
Tam olarak bilmiyorum ama bayağı oldu. Şimdi birçok şey değişmeye başladı. Tüm dünyaya sırtlarını dönemeyeceklerinin farkına varmaya başladılar. Chicago özellikle asılan işçilere saygı duruşunun yapılması gereken birincil yer, çünkü orada asıldılar. Neyse, işçilerin asıldığı yeri aramaya başladık ama kimse nerede olduğunu bilmiyordu. Yani 1 Mayıs’ın doğduğu yerde 1 Mayıs diye bir şey yoktu, üstelik kimse idamların nerede yapıldığını bilmiyordu. Sanırım şimdi bu değişti. Bana idamların olduğu yere bir plaka yerleştirdiklerini söylediler. Yani biraz bilinçlenmeye başladılar. Arkadaşlarla birlikte yemek yedikten sonra bir kütüphaneye gittim. Orada birçok posterin arasında üstünde bir Afrika atasözü olan bir poster vardı: “Aslanlar kendi tarihçilerine sahip oluncaya kadar avcılık hikâyeleri avcıları yüceltmeye devam edecektir.” Evet, belki ben de aslanların tarihçilerinden birisi olabilirim. Yalnızca avcıların sesinin duyulduğu bir dünyayı aslanların sesinden anlatmaya çalışanlardan birisi… Bu tabii bir mecaz, söylemek istediğim; duyulmaya daha layık olan sesler, duyulmayan seslerdir. İlahiyatçı ve kurtuluşçu arkadaşlarımın da yanıldığı nokta budur işte. Bu arkadaşlarım, “sesleri olmayan sesler” deme alışkanlığına sahip. Bence bu çok ciddi bir hata. Çünkü hepimizin sesi vardır. Hepimizin bir başkasına söyleyecek, anlatacakları dinlenmeye, kutlanmaya en azından affedilmeye layık bir şeyleri vardır. En büyük sorun insanlığın büyük bir bölümünün ağzının kapalı olması, seslerinin duyulmamasıdır.
Teknolojinin ve kitle iletişim araçlarının gösterdiği inanılmaz gelişmeye rağmen, baskın sesler dünyadaki var olan seslerin çokluğuyla kıyaslandığında çok küçük bir topluluğa aittir. Bu yüzden duyulmayan seslerin, bir şeyler söyleme yükümlüğü olan seslerin dinlenmeye daha layık olduğunu düşünüyorum. Geri kalan seslerin büyük bölümüyse sahibinin sesinin yankısından başka bir şey değildir. Bu yüzden aslanlara bir şekilde el uzatmak gerekir… Sanırım bu bahis de bu kadar yeter.
Ben duvarcılar ve kadınlar üstüne bir soru sormak istiyordum. Çünkü Kucaklaşmanın Kitabı’nda, “Bir kadının yanında uyumak, bir uçurumun kenarında uyumaya benzer” diyorsunuz. Neden?
Gizem yüzünden. Çünkü kadınların dünyası biz erkekler için gizemli bir dünya. Bu gizem hem arzu hem de korku üretiyor. Ateş Anıları üçlemesinde –ki Kesik Damarlar’ın daha derinleştirilmiş halidir– ilk bölümler Colomb öncesi dönemin mitlerine ayrılmıştır. Yani tüm giriş sayfaları Avrupalıların kıtayı keşfinden önceki Amerika’ya bir bakış sunmayı ister. Avrupalı kâşifler tüm yerli belgelerini yaktıkları için o Amerika’yı nasıl anlatabilirdim. Her şeyi yakmışlardı Örneğin, Maya edebiyatını yaktılar, Peru edebiyatını yaktılar, yerlilerinkini, yakabilecekleri ne varsa yaktılar, yok ettiler. Bu belgeleri bulmak imkânsız gibi bir şeydi, bulunanlar da zaten fetihçilerin belgeleriydi. Bu yüzden “neden mitlerden yola çıkmıyorum” dedim. Mitler kolektif ve anonim şiirlerdir. Aynı zamanda halkların, onlar aracılığıyla “ben buyum”, “ben böyleyim” diye kendilerini ifade edebildiği bir kimliğin simgeleridir. Bu yüzden Ateş Anıları’nın ilk bölümleri mitleri anlatan sayfalardan oluştu. Keşif öncesi kollektif bellekte yaşayan efsane ve mitlerden. Mitolojinin dinsel ayinler ve sözlü edebiyat yoluyla yayılarak bugüne kadar gelmiş mitlerinden… Bir süre sonra mitlerin evrensel olduğunu keşfettim. Açıklanamayacak bir şekilde evrensel. Çünkü Peru’daki bir efsane, Çin’deki ya da Güney Afrika’daki bir efsaneyle ya da Eskimoların bir efsanesiyle özdeş olabiliyor. Bu evrensel efsanelerden birisi “dişli vulva efsanesi”dir. Yani eril paniğin doğurduğu, siz kadınlardan korkumuz üstüne çıkan bir efsane. Yani tüm dünya bu dişli vulva efsanesini paylaşıyor. Anafikir, kadının vajinasının dişlerinin olması ve bu dişlerin bizi yiyebilir, yutabilir olmasıdır. Yani bir kadının içine girebilirsin ama çıkabilir misin kimse bilemez. Çünkü vajinanın dişleri arasında yenilebilirsin ya da öğütülebilirsin. Bu, sizden duyduğumuz korku yüzünden çıkmış bir efsane. Freud’un söz ettiği penis haseti örneğinde olduğu gibi, ki hiçbir kadının bizim vücudumuzun bir parçasına haset besleyeceğini sanmıyorum. Her gün bilgisayarıma sayısız reklam gönderiyorlar, iki metrelik penis vaat ediyorlar. Böyle bir boyutla kim rahat rahat günlük hayatına devam edebilir diye de düşünmeden edemiyor insan. Zaten sahip olduğumuz, bize yeterince sorun yaratıyor. Freud penis hasetinden söz eder, ama ben, dediğim gibi onun varlığından şüpheliyim. Ama şu var, dünyanın hali hazırdaki durumunu gözler önüne seren öteki panik, yıllardan beri süregelen erkek egemenliği, maçist üstünlük tamamen korkunun eseridir, tıpkı diktatörlükler gibi korkudan doğar ve ondan beslenir. İşte bu yüzden biz erkekler kadınlardan korkarız!..
2012
BANU ACUN – CANAN KAYA

Yorumlar